26 Ocak 2008 Cumartesi

Biz de hayranız!

CHP�nin �Reis Bey�i CNN Türk�te bir programa katıldı ve �Türkiye, din devletine mi gider demek istiyorsunuz� diye soran gazeteciye, �Bunu görmeyenlere hayranım� karşılığını verdi.
Ardından da ülkenin 20 yıl sonra nasıl bir noktaya geleceğinin düşünülmesi gerektiğini söyledi...

***

Biz hep düşünüyoruz Reis Bey!
Sadece düşünmekle kalmıyor, �küfür, tehdit ve hakarete uğramak�, �darbecilikle suçlanmak� pahasına her fırsatta yazıyoruz bu tehlikeyi...
Uykularımız kaçıyor!
Peki; sen ne yapıyorsun?
Türkiye�yi bu gidişten kurtaracak belki de tek siyasi yapılanmanın başına kazık çaktın; milyonlarca yurtseveri CHP�den uzak, parçalanmış bir halde, �adressiz� tutarak AKP�ye hizmet ediyorsun...
Öylesine açık hizmet ediyorsun ki, Başbakan bile sana herkesin önünde teşekkür etme gereği duyuyor!
Çünkü milyonlarca laik, demokrat, cumhuriyetçi vatandaş senin yüzünden CHP�nin yanına bile yaklaşmıyor!
Kendisini partinize oy vermek zorunda hisseden yüz binlerce kişi de, �Oyumun sana yarayan kısmı haram olsun Baykal� diyerek gidiyor sandık başına...
Değişik görüşlere gösterdiğin tahammülsüzlükle...
Dar kadrocu, hizipçi yönetim anlayışınla...
Sekreterinle, avukatınla, eşinle, dostunla...
Kurultaylarda koltuğuna talip olan her adayı döven, yumruklayan, kafa atan, eşlerini taciz eden adamlarınla yedin, bitirdin bu partiyi!

***

Milyonlarca CHP�li, söylediklerine, düşündüklerine değil...
Sana karşı Reis Bey!
CHP�yi güdükleştirmene, işlevsizleştirmene, AKP�ye hizmet eder hale getirmene karşı!
Formül çok basit; o saray gibi binadan, makam odasından, altındaki lüks arabadan, imtiyazlarından, ilişkilerinden vazgeçecek ve bugüne kadar seni taşıma tahammülü gösteren herkese teşekkür edip köşene çekileceksin!
Eğer ille de siyaset yapmak istiyorsan, evinde eşine muhalefet edeceksin...
Sana söz; ülke sorunları hakkında �fikrin geldiğinde� bana telefon edersin, �Bitti, gitti� demem, söylediklerini yayınlarım!
Ama bu kadar!

***

Kısacası, git, çekil, ayrıl, bırak; bir hezimet daha yaşatmadan kurtar şu partiyi kendinden!
Yerine gelecek en basiretsiz yöneticinin bile CHP�yi senden çok daha iyi yöneteceğini, senden daha iyi muhalefet edeceğini, en azından AKP�ye hizmet etmeyeceğini gör artık!
İşte senin görmediğin de bu Reis Bey!
Biz de bu yüzden sana hayranız...

*****

3 Ocak 2008 Perşembe

CHP Nasıl İktidar Olur? - Erol Manisalı

CHP Nasıl İktidar Olur?

Erol Manisalı

- Önce, CHP nasıl ''halka iner'' diye kendi kendime soruyorum...

- Ardından, iktidar olması için ''Nasıl bir CHP olmalı'' diye düşünüyorum. Ölçmeye, biçmeye çalışıyorum!.. Kafamda bir CHP tasarlıyorum... kimileri fazla ütopik... kimileri de aşırı ''gerçekçi'' bulabilir! Ben yine de izninizle söylemek istiyorum.

1) CHP, ''halkçı bir kimliğe'' bürünmek zorundadır. Ancak, ''ben halkçıyım'' diyerek halkçı olunmaz. Sağlam işçi sendikalarıyla, çiftçi örgütleriyle, memur ve esnaf kuruluşlarıyla ''bütünleşmesi'' gerekir. Bütünleşmek demek, ''organik ve kimyasal olarak'' onların parçası olmak demektir.

Bu ''halk örgütleriyle'' birlikte, onların çıkarları doğrultusunda politikalar ve programlar belirlemek demektir. Sadece ''uzmanlar kadrosu'' ile belirlenen programlar daha en baştan, halkçı olma kimliklerini kaybederler. Hatta, ''halka rağmen'' pozisyonuna bile gelebilirler.

2) Laikliği savunan CHP, savunduğu laikliğin ''niçin halkın egemenliği ile özdeşleşmek durumunda olduğunu'' , kendi içine de sindirerek ortaya koymak zorundadır. Çünkü laiklik, temelinde, tek egemen gücün halk olduğunun kabulüdür. Hem içerde, hem dışarıda...

3) Eğer CHP bunu da benimsemişse, halkçılığın bu coğrafyada ve tarihin bu topraklardaki seyri içinde, ''antiemperyalist politikaların ayrılmaz bir parçası olduğunu'' itiraf etmek ve içine sindirmek zorundadır.

Eğer bunu içinde sindirmezse ne halkçılık, ne laiklik, ne de Cumhuriyet kalır. Hele hele demokrasi, hiç mi hiç ortalıkta görülmez. Sonuçta sadece biçimsel demokrasi ve örtülü faşizm kalır. Üstüne bazen türban, bazen de fötr şapka örtülür. Diğer adı da ''Amerikan demokrasisidir'' . Kola, Amerikan bezi, Amerikan postalı gibi bir şey işte...

4) Yukarıdaki üç nokta birbirlerini tamamlarlar ve sonuçta ben ''sınıfsal demokrasiyi savunuyorum; bunun için de sendikalarla, meslek kuruluşlarıyla işbirliği yapmalıyım'' diyebilmelidir.

<I>Yukarıda ana başlıklarını sıraladığım şeyler Türkiye'deki bir halkçı partinin savunması gereken fikirlerin özetinin özetidir. ''AB müktesebatı'' kadar olmasa bile (!) daha eklenecek çok şey vardır. Örneğin, parti içi demokrasinin iyi işlemesi gibi. </I>

<I></I>

<I>CHP'nin dış yapısı işçi sendikaları gibi halkçı örgütler üzerine oturmuş olsa parti içi demokrasi de kendiliğinden oluşacaktır. Çünkü partinin kimliği ve işlevselliği örgütlerle birlikte yürütülür. </I>

<I>İktidarın koşulları... </I>

<I></I>

<I>Kafamızı fazla karıştırmadan CHP'nin iktidar olma formülünü araştıralım. Şu sorulara yanıt arayalım:</I>

1) Bugün Türkiye'de büyük halk kitleleri, büyük çoğunluk ezilmişliğe, sömürgeleşmeye karşı. Örgüt olmadığı için, halk bir kitaba, ''Şu Çılgın Türkler'' e muhtaç hale gelmiş. O zaman CHP'nin ''bu boşluğa yanıt veren bir kimliğe'' nasıl ulaşacağını bulmak gerekir.

<I>2) Halkçı </I>olduğunu, fiilen köylünün, işçinin, memurun, esnafın yanında yer alarak ortaya koymalıdır. Bunu ortaya koymak için gereken politikaları üretmek zorundadır.

- Örneğin tarımda çiftçiyi, tekelci dev şirketlere karşı nasıl koruyacağını açıklamalıdır.

- İç piyasanın yabancılar tarafından işgaline karşı işçinin yanında nasıl duracağını söylemelidir.

- Ulusal sanayiye nasıl destek vereceğini göstermelidir.

3) Bir de, ABD'nin ve AB'nin Lozan'ı ortadan kaldırmaya yönelik politikalarına karşı ''sadece kuru şikâyetle yetinmemelidir''. Örneğin Türkiye'nin Rusya, Çin, Hindistan gibi Asya devletleri ile ilişkisini geliştirmesi gerektiğini, korkmadan söyleyebilmelidir.

İşte bunları yapabilmiş bir CHP, iktidarın rakipsiz adayı olur. Ancak CHP'nin yapısı acaba böyle bir değişikliğine fırsat verir mi? Acaba CHP'li milletvekilleri bu yazdıklarımı hayalci mi buluyorlar? Yoksa, ''Neden olmasın, bir tetikleme yeter, hareket başlayabilir'' diye düşünen kimi milletvekilleri var mı?

- CHP de ''yukarıdakileri'' bilmem ama, ''aşağıdakiler'' bu söylediklerime sağduyu ile yaklaşıp destek verebiliyorlar.

- Ancak, Kemal Derviş zihniyetinden hâlâ medet umanlar ne halkçı, ne Cumhuriyetçi ve ne de demokratik olabilirler. Türkiye'de, emperyalizme karşı ''hayır'' demesini öğrenmeden halkçı, Cumhuriyetçi ve laik olunamaz. Ne olurlar? Kimi türban, kimi de papyon takarak IMF'nin kucağına otururlar.

Amerigo Vespucci gibi, doğudan da batıdan da aynı noktaya çıkılır.

kaynak: CUMHURiYET

Karanlığın sorumlusu: CHP

Karanlığın sorumlusu:
Atatürkçülükten ve
sine-i milletten kaçan CHP

 

Onurlu tavır mı, nafile boykotu mu?

Ve sonunda Abdullah Gül, AKP’lilerin oylarıyla ve MHP-DTP ittifakının desteğiyle Türkiye’nin ilk Cumhuriyet karşıtı, Şeriatçı Cumhurbaşkanı oldu. Bir taraftan dinci basın “Cumhur Köşkte” manşetleriyle sevinç içindeyken, diğer taraftan da “ulusal güçlerin” sessizlik içinde olayları izlemesine tanık olduk. Çok değil, daha nisan ayında mitingler düzenleyenler, AKP’nin Cumhurbaşkanı seçtirmesini engellemek isteyenler sanki onlar değildi… TBMM’deki oylamalara katılmayan tek parti ise CHP oldu. Bu nedenle de aynı tavırlarını koruduklarını ve onurlu davrandıklarını iddia ettiler.

Sürece baktığımız zaman, AKP’nin ve Abdullah Gül’ün önünü açan esas güç MHP olarak görülmektedir. Gerçekten de MHP, Türk vatandaşını milliyetçilik yaparak AKP ve PKK’yı engelleyecek parti imajıyla kendisine oy vermeye davet etmişti. MHP’nin ilk icraatı da, AKP’nin istediği ismi cumhurbaşkanı olarak seçmesine yeşil ışık yakması olmuştur; ancak buna rağmen MHP’nin oylamalara katılıp, CHP’nin boykota devam etmesi CHP’yi aklayabilir mi? Biz pek öyle düşünmüyoruz.

İş işten geçtikten, AKP’nin MHP ve DTP’nin 367 desteğiyle rahatça bu seçimi yaptıracağı ortaya çıktıktan sonra, CHP’nin boykotu açıkça bir nafile boykottur. Tek anlamı da “dostlar alışverişte görsün” anlayışıdır. Böylece CHP ne kriz çıkartmıştır ne de Gül’ü desteklemiştir. İdare-i maslahat Baykal’a, Atatürkçülüğe ilk ihanet edenlerden mirastır. Baykal ve CHP gerçekten de yine başarılı bir idare etme yöntemi bulmuştur; ama bundan sonra CHP’nin kendisini bile idare etmesi mümkün olamayacaktır, yapılanın aslında bir siyasi intihar olduğunu görmek gerekir. CHP, kendisini muhalefette mutlu hisseder ancak artık bu da olanaklı değildir. CHP, sine-i milletten kaçarak aslında AKP’nin en çok minnettar olması gereken misyonu yerine getirmiştir.

İsterseniz son beş aylık süreci bir daha değerlendirelim.

CHP, sine-i milletten kaçarak mücadeleyi sabote etti

Baykal, Gül’ün seçilmesinin hemen ardından yaptığı açıklamada çok anlamlı mesajlar verdi! “Mesafeli ve düzeyli bir ilişkimiz olacak. Önümüzdeki dönemde gerek iç politikada gerekse uluslararası düzeyde Türkiye’yi önemli dönemeçler bekliyor. Ülkenin bu zor dönemlerden geçişinde CHP üstüne düşen görevleri yerine gtirecektir”. Baykal doğru söylüyor, Türkiye sıkıntılı bir döneme giriyor. İçeride Şeriatın ve federasyonun gündeme geleceği, dışardan da emperyalistlerin baskılarının artacağı bir döneme girdik. Bu dönemde de AKP’li bir Cumhurbaşkanı emperyalistlerin, gericilerin ve PKK’nın tek eksiğiydi, onu da CHP sayesinde almış oldular.

Daha Danıştay saldırısı gerçekleştiği zaman TÜRKSOLU, CHP’ye sine-i millete dönerek AKP hükümetinin meşruluğunu ortadan kaldırmasını ve halk muhalefetinin başına geçmesini önermiştik. AKP’nin elinin çok zayıfladığı o günlerde CHP buna cevap vermedi. Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci gelip çattığında ise sine-i millet olayların gidişatını değiştirebilecek tek seçenek olarak ortadaydı. Defalarca yaptığımız uyarılara rağmen CHP ısrarla bu çıkıştan kaçındı. Baykal, “Meydanlara milyonlarca insan inmeden sine-i millete dönmem.” dedi, bu milyonlar sokaktayken Baykal ve CHP, Meclis’te kalmaya devam etti.

Aslında, bu süreçte mücadeleye giren tüm ulusal güçlerin zaafı bir noktada kilitleniyordu. Mitingler ve tüm mücadele süreci sadece AKP’li birinin Cumhurbaşkanı olmasını engellemek üzerine kurulmuştu ve tüm bu kesimin soluğu da ancak 22 Temmuz’a kadar dayandı. Sürecin, AKP’ye, ABD’ye cepheden karşı konumlanacak, Kürt-İslam faşizmine karşı açıktan mücadele edecek, antiemperyalist, milliyetçi ve sol bir eksene kayması bizzat sürecin örgütleyicileri tarafından engellenmiştir. Süreç sadece bir laiklik mücadelesine indirgenmeye çalışılmıştır; ama işte gelinen nokta da ortadadır. Antiemperyalist ve solcu olmadan gerçek bir laiklik mücadelesi de verilemez, verilmeye kalkılırsa da sonuç böyle olur. Bu nedenle bugün Abdullah Gül gibi bir Kürt-İslamcının Cumhurbaşkanı olmasının en büyük sorumlusu ısrarla milletten, soldan ve milliyetçilikten kaçan CHP’dir.

Sağcılaşan ve ABD’yle uzlaşan CHP

Şemdinli olaylarının ardından CHP, kısa süreli bir toparlanma dönemi geçirdi. Aslına bakılırsa, burada yaşanan durum da CHP’nin kendi inisiyatifiyle oluşan bir dönüşüm değildi. Kürt-İslam cephesinin Ordu’yu tasfiyeye yönelik tertipleri karşısında oluşan Genelkurmay merkezli tavır bir süre için CHP’yi de kendi eksenine katmayı başardı. CHP, dört yıl boyunca AKP’nin tüm gerici, bölücü politikalarına sessiz kalmışken bir anda Atatürkçü ve Türk milliyetçisi bir yönelime girdi. Bizse, bu durumun samimiyetsiz olup olmadığına bakmadan olumlu yanlarını destekledik. Sonuçta CHP’yi bu noktaya gelmeye zorlayan şey de, Türk halkının ve Ordusunun antiemperyalist, milliyetçi yönelimiydi. Ancak CHP açısından, belirleyici olan Türk Milleti olmadı. ABD’li Grossmann’ın bir açıklaması CHP’nin hizaya gelmesine yetti. “Seçimlerde ABD karşıtlığını kullananları affetmeyeceğiz.” diyen ABD, CHP’yi de istediği kalıba soktu.

CHP, işe serbest piyasayı ve AB’yi savunduklarını açıklamakla başladı. Böylece daha ilk adımda solcu ya da milliyetçi olmadığını ilan etmiş oluyordu. Ordunun Kuzey Irak’a müdahalesi konusunda bilinçli bir şekilde sessiz kalan CHP, böylece hem PKK’yı rahatlatmış oldu hem de AKP’nin 22 Temmuz gibi kendisi açısından elverişli bir anda seçim yapmasını sağladı. Müdahale gerçekleşmesi durumunda Kürt-İslamcı AKP’nin de bir inisiyatifi kalmayacaktı.

Diğer taraftan da, CHP bir merkez sağ parti olmayı istediğini ifade edercesine İlhan Kesici, Lütfullah Kayalar gibi sağın önde gelen isimlerini aday gösterdi. Bu durum da gene AKP’yi güçlendirdi ve merkez sağın da AKP’de toplanmasına neden oldu. TÜRKSOLU olarak uyarıyı açık bir şekilde defalarca yaptık: CHP’nin bu şekilde bir tavırla oyunu hele hele milletvekili sayısını artırması mümkün olmayacaktı. Seçimlerden birinci parti olarak çıkacak bir AKP’nin karşısında ise artık yapacak bir şeyi kalmayacaktı.

Atatürkçülükten, soldan bilinçli olarak kaçıp ABD’ye yanaşan, sağcılaşan CHP’nin sonu gelmiştir; ama kendi ipini çekerken Türkiye’ye de AKP’nin yeni iktidar dönemini ve Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını “hediye” etmiştir.

Aslında CHP’nin son beş yılına baktığımız zaman bile bugün yaptıklarının sistemli bir sağcılaşmanın ve teslimiyetin sonucu olduğunu görmeliyiz. 2002 seçimlerinin ardından Başbakanlığı bırakın, millevekili de olamayan Tayyip Erdoğan’ın önünü CHP nasıl açtıysa bugün de bilinçli olarak mücadeleden, sine-i millet seçeneğinden, soldan, antiemperyalizmden kaçarak Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığını da öyle sağladı. ABD, AKP, PKK ve tüm Türk karşıtı cephe CHP’ye ne kadar teşekkür etse azdır.

CHP’nin teslimiyeti, gelinen noktanın sebebidir

CHP, Atatürk’ün ölümünden sonra aşama aşama Atatürkçülüğe ihanet etmiş bir partidir. Adım adım emperyalizmle uzlaşmış, solculuktan, milliyetçilikten vazgeçmiş ve en sonunda AKP’den tek farkı laik olmasından ibaret kalmış bir parti olmuştur. CHP, bugün iktidar olmayı zaten hiç istemeyerek 22 Temmuz seçimlerine girmiştir. Oyunu artıracak politikalardan bilinçli olarak uzak durmuştur.

Yaşanan Kürt-İslamcı yükselişin karşısında Atatürkçü alternatif olabilecekken bundan kaçmıştır; çünkü bunu yapmanın ABD ile de yüzleşmeyi gerektirdiğini bilmektedir. Bu teslimiyet CHP’nin yaşadığı Atatürkçü olamama gerçeğinin son perdesidir.

Oturup CHP için üzülmemizi kimse beklemesin. CHP’yi düzeltmek için bir mücadeleye girişmemizi kimse ummasın. CHP’nin artık siyasi ömrü bitmiştir. Bize, yani bu ülkede Türk olarak, bağımsız, Kürt-İslam faşizminden kurtulmuş bir şekilde yaşamak isteyenlere düşen tek görev, gerçek Atatürkçülüğün, gerçek solun siyasal yapısını kurmaktır.

Seçeneksiz ve çıkışsız değiliz, seçenek TÜRKSOLU ve Milli Mücadeledir. Görevini yapmayanlardan bir şey beklenemez. Görev milletindir, Atatürkçülerindir, devrimcilerindir.

türksolu.org

Sayılara tutunanlar: Baykal ve Perinçek

Gerçeğe tutunmak yerine hayallere tutunmayı “tek yol” olarak seçenler ne denli etkileyici olurlar, bunu önceden bilmek çok zor değil. Kâhin olmaya gerek yok yani.

Sayılara tutunanlar:
Doğu Perinçek ve Deniz Baykal

Son günlerde sözde sol siyasi arenada yeni bir moda yaratıldı. Bu moda, rakamları yan yana getirip önce sayılara ulaşmak, sonra da ortaya çıkardıkları sayılarla güç dengeleri kurarak tabanı etkilemeye çalışmak şeklinde ortaya çıkıyor.

Gerçeğe tutunmak yerine hayallere tutunmayı “tek yol” olarak seçenler ne denli etkileyici olurlar, bunu önceden bilmek çok zor değil. Kâhin olmaya gerek yok yani.

Önce sayısalcılardan başlayalım, ardından sonra ulaşalım.

İlk örnek Cüppeli Doğu Hoca.

Üye sayısı 10 bini geçmeyen, oy oranı da binde bilmem kaçlarda kalan partileriyle her seçimde iktidara alternatif gibi görünmek hevesinden bir türlü vazgeçmeyen, hatta Milli Hükümet kurup kendini Başbakan ilan ederek kendi kanalının kameralarından ve Aydınlık muhabirlerinden oluşan basın ordusunun karşısına testi gibi dizilip pozlar veren Doğu Hoca’nın yeni kehaneti müthiş..

Kanalındaki “Çıkış Yolu” programına çıkan Doğu Hoca, şimdi de 500 binlerden bahsediyor.

22 Temmuz seçimlerinden çok önce toplum önderlerini İP’te birleştirmek maksadıyla bir hamle yapan, ancak bula bula kılıç artığı birkaç MHP’liyi partilileştiren Doğu Hoca, şimdi de AKP’ye karşı 500 bin toplum önderini bir araya getirmekten dem vuruyor. Katıldığı tüm yerel ve genel seçimlerde ulaşamadığı oy sayısını hedefleyen Perinçek’in yeni uyutma politikası bu. Müritleri de, ağızları bir karış açık onu dinliyorlar.

ikinci sayısalcı CHP Genel Merkezi.

Partinin kuruluş yıldönümü olan 9 Eylül’de Sarıgül muhalefetinden kaçarak Anıtkabir’de Atatürk’e sığınan Deniz Baykal ve ihtiyar heyeti, ülke genelindeki CHP’lilere telefon mesajıyla Anıtkabir’deki kalabalığın 100 bin kişiyi aştığını müjdeleyerek nedense “moral” zerkediyordu. Doğu Hoca gibi atmasalar da, müjde olarak verilen sayı oldukça abartılıydı ve mesajı alanları da güldürdü.

Görüldüğü gibi, milyonları bir araya getiren Cumhuriyet mitingleri, sahte solcu cenaha bir sayı hastalığı bulaştırdı.

Oysa görmüyorlar ki, sayılarla uğraşmak yerine Milli Mücadele’ye atılmak için hazır olan milyonlar var; ama onlar halktaki cevheri görmek yerine sayılardan medet umuyorlar.

Onlar oyalana ve oyalayadursunlar...

Milli Mücadeleciler ağacı değil, ormanı görüyorlar.

Vatanını seven ve vatanı için mücadelenin her türlüsünü kabullenecek milyonlar, önümüzdeki dönemde hem Kürt-İslamcı faşistlere ve hem de saymayı öğrenmeye çalışan ilkokul çocukları gibi sayılarla uğraşan gafillere gereken dersi verecektir.

Uzak değil o günler...

türksolu.org

 

 

Solun Fotoğrafı - Nilgün Cerrahoğlu

Solun Fotoğrafı

Nilgün Cerrahoğlu
<I>30.07.2007 Cumhuriyet</I>

'90'lı yıllar ortasında Felipe Gonzalez 'le özel bir görüşme ayarlamak isteyen Baykal 'la bir öğle yemeği yemiştik.

Gonzalez deneyimine CHP liderinin gösterdiği ilgiyi coşkuyla karşılamıştım...

Yemek sonunda içimdeki coşku, yerini düş kırıklığına bırakmıştı.

İspanya'daki demokrasi mucizesinin içeriğinden çok, Baykal'ın heyecanının Gonzalez'le bir fotoğraf karesinde yan yana gelmekten ibaret olduğunu fark etmiştim çünkü; <I>"Avrupa sosyal demokratlarının güçlü lideriyle yan yana bir hava yakalamak!" </I>

Edindiğim izlenime göre, Baykal'ın derdi günü buydu...

Daha sonra İtalya'nın <I>"Zeytin Ağacı"</I> ve Prodi deneyimiyle ilgilenen başka liderlerle karşılaştım.

Onlar da İtalya'ya gittiler geldiler. Prodi'yi gördüler.

<I>"Zeytin Ağacı"</I> kitapçığını Türkçeye çevirtip döndüler.

Bu çabalara bir yerde <I>"çekingen başlangıç adımları" </I>gözüyle de bakılabilir. Ancak son tahlilde mesele, ne demokratik sol programları ders kitabı gibi Türkçeye çevirtmek, ne gazete sayfalarında <I>"Filanca liderle görüştü!"</I> şeklindeki haberlere malzeme sağlamaktan ibaret.

Çeyrek asır önce, Gonzalez'i mutlak çoğunlukla iktidara getiren '82 seçimleri arifesinde; kendisine niye <I>"daha sol bir program seçmediğini"</I> sormuştum:

Aldığım yanıt, o gün bugün kulağıma küpe olmuştur:

<I>"İspanya gibi demokrasiye yeni geçen bir ülkede solun mücadelesi"</I> demişti Gonzalez; <I>"her şeyden önce demokrasinin derinleştirilmesi, yerleştirilmesi, devletin modernleştirilmesiyle başlar!" </I>

Yani <I>"tam, gerçek demokrasinin" </I>olmadığı bir yerde; -eşyanın tabiatı gereği- <I>"sol" </I>diye bir şey olamaz ve soldan bahsedilemez. Siyaset-düşünce yelpazesinin <I>"tüm renklerini eksiksiz kavrayan, kapsayan demokrasinin önü açılacak"</I> ki bir de <I>"solu" </I>olsun!

<I>"Sol"</I> denen şey; demokrasiye geç giren ülkelerde ancak <I>"demokratikleşmenin a-b-c'sinden"</I> başlayarak inşa edilebiliyor...

İspanya deneyimi bana bunu öğretti.

'90'lı yıllardan sonra İtalya'da Prodi'nin <I>"Zeytin Ağacı"</I> tecrübesini izledim.

İtalya'nın temelde gecikmiş bir <I>"demokratikleşme"</I> sorunu falan yoktu. Ama Berlin Duvarı'nın yıkılmasıyla deprem yaşayan sağ-sol partilerin kriziyle bir <I>"</I> Berlusconi <I>meselesi" </I>baş göstermişti.

Ülkenin bir numaralı medya patronu, popülist söylemlerle seçmenleri avucuna almış; her derde deva <I>"kurtarıcı" </I>kontenjanından -siyasi/ekonomik- iktidarı ele geçirmişti.

<I>"Zeytin Ağacı" </I>da İtalya'yı <I>"kurtarıcıdan kurtarmak operasyonuna"</I> odaklanmıştı.

Vahşi kapitalizmin denetiminden refah devletine, dış politikaya ... birbirinden farklı söylem ve duruşlar sergileyen irili ufaklı partileri, seçmen karşısında <I>"tek sese" </I>dönüştürecek ortak bir platform oluşturmak...

Berlusconi karşıtlığının böyle bir platformu bir arada tutacak <I>"ortak tutkalı"</I> yaratmakta yeterli olmayacağını gören Zeytin Ağacı lideri, derhal bir <I>"ortak program" </I>arayışına girdi.

<I>"Programı" </I>oluşturmak için, işe nabız tutarak, tabandan başladı.

100 İtalyan kentini boydan boya otobüs ve bisikletle gezdi. Aylarca İtalyan seçmenlerin sorunlarını, taleplerini dinledi.

Yaşadığı şehir Bologna'da -internet üzerinden diğer kentlerle bağlantılı- büyük bir <I>"araştırma merkezi"</I> kurdu.

Eğitim, sağlık, çevre, ulaşım, sosyal güvenlik, emeklilik sisteminde reform gibi konular üzerinde -tabandan yukarıya iletilen ihtiyaç/talepler doğrultusunda- 180 sayfayı bulan ve ileri aşamalarda süzülerek, işbaşındaki hükümet programına dönüştürülen bir program oluşturdu. Partiler bu program temelinde bir araya geldiler.

<I>"Zeytin Ağacı"</I> nın sonuca giden başarısının kaynağında, ileri bir <I>"katılımcı demokrasi"</I> ve <I>"özgür tartışma ortamı"</I> var...

Program kitapçıkları çevirerek, onla bunla buluşarak olmuyor bu işler...

Bize <I>"katılımcı demokrasinin önşartlarını" </I>yaratacak lider lazım.

CHP aynı CHP - Oktay Ekşi

CHP aynı CHP
UZUNCA bir süredir CHP’nin içinin kaynadığını hepimiz biliyorduk da, neyin ne zaman patlayacağını tahminde zorlanıyorduk.
Nitekim son (22 Temmuz) genel seçimin ardından yapılan ilk Parti Meclisi toplantısında aralarında eski milletvekilleri Gülsün Bilgehan’ın, Kemal Kumkumoğlu’nun, Prof. Dr. Mustafa Özyurt’un da bulunduğu 12 üye Deniz Baykal’ı istifaya davet edip sonunda güvensizlik oyu verdiler.
Onu geçen dönem TBMM’deki CHP Meclis Grup Başkanvekili olan Samsun Milletvekili Prof. Dr. Haluk Koç’un Genel Merkez’e karşı çıkışı izledi.
Koç’un ardından eski Genel Sekreter Yardımcısı İzmir Milletvekili Prof. Dr. Oğuz Oyan’ın isyan sesleri duyuldu.
Ve son olarak da Deniz Baykal’ın son belki 10-15 yıldır en yakın iki kurmayından biri olan Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Eşref Erdem, partideki bütün görevlerinden ayrıldı.
Tabii bütün bunlar durup dururken olmadı.
Hepimiz biliyoruz ki asıl sebep, başta Deniz Baykal ile yakın arkadaşları Eşref Erdem ve Genel Sekreter Önder Sav’ın parti içi demokrasiyi sıfıra indiren, siyasi mücadeleyi "hangi örgütte kimin taraftarları bir üst kongreye delege seçildi" konusuna indirgeyen, "örgütün başındakiler Önder Sav’dan mı Eşref Erdem’den mi yana?" kavgasını siyaset sayan anlayıştır.
Deniz Baykal taa 1970’li yıllardan beri siyaseti böyle anladığı, bu zeminde yürüttüğü için kendisine tabii görünen bu durum, maalesef CHP’yi bugünkü haline getirmişti.
O nedenle başta Eşref Erdem olmak üzere, bugün Baykal’a isyan edenlerin hemen tamamı, aslında kendi metotlarının ve kendilerinin desteklediği politikaların şimdi kendilerine zarar vermesinden davacıdırlar.
Nitekim şimdi, "Parti ile ilgili ciddi kaygılarım var" diyen, partisinin "sosyal demokrasinin vazgeçilmez asli gücü olan emeğe yeterince sahip çıkmadığından" dem vuran, "yüzeysel, konjonktürel politikaların CHP’ye güvenin zedelenmesine yol açtığını" söyleyen, "CHP giderek sınıfsal kimliğinden ve sol ideolojisinden uzaklaşmış, sağ bir kuşatmanın etkisine girmiştir" diyen Eşref Erdem’in sözlerinin inandırıcılığı sıfırdır.
Sıfırdır, çünkü Deniz Baykal’ın Alperenlerin piri (bilge kişisi) Edebali’nin "devlet yönetimi felsefesi"ne sahip çıktığı günlerde Eşref Erdem oradaydı. Baykal’ın siyasi İslam’ı hoşgörüyle karşıladığı dönemlerde, sosyal demokrasiyi ve hatta laikliği unuttuğu tarihlerde, partiyi Turgut Özal gibi "dört eğilime" açtığı sırada Eşref Erdem tüm bu politikaların ortağıydı.
Şimdi

 

haktan hukuktan söz eden Eşref Erdem, parti tüzüğü çiğnenip iller, ilçeler görevden alınırken, sırf kurultay kazanmak için tüzüğün "istisnaen üye yazmaya" izin veren hükmüne dayanarak 13 bin küsur isim bir defada partiye üye yapılırken itiraz etmemişti.
TBMM’de idareci üyeliğe ve CHP Grup Başkanvekilliği’ne kendi adaylarını seçtiremeyince kızmak, Çankaya CHP İlçe Başkanı Mustafa Yıldırım’ın görevden alınmasını engelleyemeyince ayağa kalkıp "Parti politikaları yanlıştı, o yüzden ayrılıyorum" demek, Eşref Erdem’i aklıyor mu?
kaynak: Hürriyet

Hıncal Uluç: Baykal mı? Güldürmeyin beni!

İlk bakışta Deniz Baykal.. Cumhuriyeti kuran partinin, Atatürk'ün Cumhuriyet Halk Partisi'nin lideri..
Bu millet Baykal'ın peşine takılır mı?.
Güldürmeyin beni.. Türkiye'nin talihsizliklerinden biri de, CHP'nin başında Deniz Baykal'ın olmasıdır..
Siyasal yaşamı boyunca başarıyla yaptığı tek iş, hizipçilik ve bölücülük olan Baykal, laik cephenin birleştirici lideri olabilir mi?..
Bugün demokrasiyi korumaya kalkışan kişinin, kendi partisi içinde demokrasiyi nasıl sıfırladığını herkes bilmiyor mu?..
Kazanma şansı bile olmayan Bedri Baykam'ın konuşmasından dahi rahatsız olup, engellemek için, sabahın köründe baskın tarzında Kurultaya dalıp, tüzük değiştiren adam değil mi, Deniz Baykal?..
Kendisi, memleketi Antalya'yı bile AKP'ye teslim ederken, Türkiye mozaiğinin tipik yansıması, en zenginlerle, en fakirlerin, en dindar Müslümanlarla, başta Ermeniler, her türlü azınlığın yaşadığı Şişli ilçesinde, CHP'nin oy oranını üç misli katlayarak, bir oy farkı yaratma rekoru kırarak kazanan Mustafa Sarıgül gibi, gerçek siyasetçi, politikacı, halk adamı, karizmatik lider, belki de CHP'yi zafere taşıyacak görünürdeki tek adamı, sırf kendisini koltuğundan etmesin diye partiden kovan Deniz Baykal mı, demokrasiyi, demokratik cumhuriyeti savunacak?..
Bugün, yedi sülaleden CHP'li olanların pek çoğu, günümüz koşullarında dahi "Baykal baştayken CHP'ye oy vermem. Başkasına da veremeyeceğim için sandığa gitmem" derken, CHP'li olmayanlar Baykal'ın ardından yürürler mi?..
İşte hodri meydan.. Baykal bir miting düzenlesin, resmen.. Görelim kaç kişi geliyor?..
Baykal olmaz..